Bu, çoğu zaman bilinçli bir kötülük değil; duygusal sorumluluk almaktan kaçınmanın, kendi merkezini koruma çabasının sonucudur.
Toplum, “verici” olanı över ama “sınır koyan”ı suçlar. Böylece insanlar, kendi mutsuzluklarının mimarı olurken bile fedakârlık adı altında alkışlanırlar.
İnsanın öz-değeri dış onayla tanımlandığında özgürlük ortadan kalkar.
Sevildiğini hissetmek için sürekli kendini küçültmek, duygusal yoksunluk döngüsünü besler, bu döngü bireysel bir sorun değil, öğrenilmiş bir kalıptır — “katlanırsan sevilirsin” diyen kültürlerin sessiz mirasıdır.
Ama insan, bir noktada fark eder: Kendisini mutsuz eden ihtiyaçların üzerini örterek kimseyi kazanamaz.
Gerçek kazanım, artık o ihtiyaçların varlığını inkâr etmemekle başlar.
Kimi insanlar bizi mutlu etmeyi seçmez. Bu onların tercihi, ama bizim kaderimiz olmamalıdır. Mutluluğun sorumluluğunu geri almak, bazen bir insanı değil, bir alışkanlığı geride bırakmakla mümkündür.