"Başkanım, oğlumu işten atmışsınız, daha küçük bebeği var. Allah rızası için onu tekrar işe alın..."

Beykoz Belediyesi'nin 3. katında, kahverengi renklerin hâkim olduğu bir odada, 50-55 yaşlarında Beykozlu bir kadın, siyah çantasından tutan ellerinin titremesini durdurmaya çalışıyordu. Bir ara karşıda duran Necmettin Erbakan Kültür Merkezi'ne baktı ancak istemsizce aniden başını önüne eğdi. Az önce yalvarır gibi cümleler kurduğu adamın yüzüne bakamıyordu.

"Hanım, biz senin oğlunu işten çıkartmadık ki, kendisi işe gelmedi 1 hafta boyunca..."

Yücel Çelikbilek, karşısında duran kadını ve oğlunu çok yakından tanımıyordu. Onları yakından tanıyan kişilerden bilgi almıştı. Bir süre önce Belediye'de işe alınan oğul, anlatılanlara göre pek çalışmaya niyeti olmayan bir kişiydi. Gariban annesi ise hem oğlu, hem gelini hem de torunu rahat etsin diye çırpınıp duruyordu. Mahallede sessiz-sakin kendi halinde birisi olarak bilinirdi. Karadenizliydi. Kaybettiği eşinden kendisine kalan evde, bağlanan üç kuruşluk emekli maaşıyla idare etmekteydi. İki kızını evlendirmiş, oğlunu ise askere göndermişti. Ne olduysa, oğlu askerden geldikten sonra oldu. Önce mahalleyi sıkıcı bulup Ümraniye taraflarında kendine arkadaş edinen oğul, daha sonra Beykoz'a da Ümraniye'den adam taşımaya başladı. Mahalleli tedirgindi ancak kimse ses etmedi: "Bize bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar" dendi. Ancak zaman geçtikçe "Banane" diyenlerin çocukları da Ümraniye'den gelenlerle arkadaş olmaya başladılar. Beykoz, iyiden iyiye değişmişti.

"Başkanım, yalvardım yakardım ama gitmedi işe... Ne olur bir yardımcı olun"

Yücel Çelikbilek, önünde duran kâğıda garip şekiller yapıp karalamaya başladı. Normalde not alması gereken kâğıda tek satır bile yazmamıştı. Aslında yazamamıştı da... Büyük fedâkarlıklarla Belediye'de işe alınan kişi, 1 hafta boyunca işe uğramamıştı. Ne yapacaktı? Kolay mıydı her şeyin üzerine sünger çekebilmek?

İlk olarak 1994 yılında Belediye Başkanı seçilmişti Beykoz'da... O yıllar, zor yıllardı. Sakallı insanların 'vebalı' tesettürlü ya da çarşaflı kadınların 'öcü' gibi gösterildiği çağlardı. Evet, çağlardı çünkü o zamanki Türkiye manzarası 'Ortaçağı' andırmaktaydı. Okumamış ve cahil insanların eleştirildiği o dönemde, okuyup bilim ve ilim sahibi olmuş insanlar da cahil sayılırdı. Aslında cehalet de bir kalkandı. Herkes herkesi tanır ve herkes de her şeyin farkındaydı. Memlekette günlük konuşmalara yansıyan 'siyaset' o dönemde, balyoz elinde, kılık kıyafetini beğenmediği kişileri kovalamaktaydı. Nitelikten ziyade dış görünüşe önem veren sistem; ambalajı güzel insanlar oluşturmak telâşındaydı. Sap ile saman ise birbirine karışmıştı: Gerçekten bu durumdan rahatsız olan kişiler, bastırılmış ve sindirilmiş; medyanın 4. Kuvvetten tırmanıp 1. Kuvvete dönüşmesiyle de iyice işler raydan çıkmıştı. İnsanlar itibarsızlaştırılmaya başlamıştı. Çünkü memleketimizde öteden beri itibarsızlaştırmak bir gelenek ama daha da ötesi: Hastalıktı...

1980'li yıllardan itibaren siyasete adım atan Beykozlu Yücel Çelikbilek'in ise tek amacı: İşte bu hastalıkla mücadele edebilmekti. Bir yandan Allah'a olan inancını güçlü tutarak, "Bir gün mutlaka o gün gelecek" diyor, diğer yandan da Allah'ın takdir ve teveccühüne nâil olabilmek için gece gündüz çalışıyordu.

Yücel Bey'in bu gayretlerinden en çok Ayşe Hanım şikayetçiydi. Eşinin evine ayırdığı zaman git gide erimekteydi. Ancak bu onu hiçbir zaman Yücel Bey'in yüzüne söylemedi. İstanbul'un Fatih ilçesinden geldiği Beykoz'da yıllar geçtikçe daha iyi anlamıştı Ayşe Hanım: Beykoz'un Yücel Bey'e ihtiyacı vardı. Üstelik, ailesinden de çok ihtiyacı vardı. Beykoz'dan öte İstanbul'un hatta memleketin ihtiyacı vardı. O sabırla Allah'a sığındı. Dahası, kendisi de kollarını sıvadı ve Soğuksu'dan başlayarak, mahallesine Beykoz'un kadınlarına el uzattı. Hiçbir defter tutmadığı maddi-manevi yardımlarında, hesabı Allah'a bıraktı.

Refah Partisi, büyükşehirlerde bir rüzgârı arkasına almış, Erbakan'ın Adil Düzen sloganıyla dört nala koşmaktaydı. Yücel Çelikbilek ise kendisini en iyi hissettiği Refah Partisi'nde teşkilatta siyaset yapmaktaydı. Onu bilenler ve siyasi duruşundan öte söyleminin gücünü keşfedenler, Yücel Bey'i sürekli yokluyorlardı.

"Alo? Efendim, çok kibar bir şekilde teklifimizi reddettiler. Kendileri, inandıkları yolda yürümenin daha doğru olacağı kanaatini taşıdıklarını söylediler"

Dönemin en güçlü partisi olan ANAP, Yücel Bey'in namını ta Ankara'dan işitmişti. Halkta karşılığı olan bir ismi yanlarına almak, Beykoz'u gelecekte garanti altına almak açısından son derece önemliydi. Ancak bir sorun vardı: Yücel Çelikbilek, herşeye "He" diyecek bir kişilikte asla değildi. Para, pul, mevki, öyle dönüp de bakacağı işlerden değildi.

Her sabah elinde sefer tasıyla, yıllarca başı öne eğik Soğuksu'dan aşağıya yürüyüp, motorla karşı yakaya geçti. Her sabah... Elinde sefer tasıyla... Başı önde bir şekilde...

Bugün birileri çıkıp ne kolay söylüyorlar: "İyi ki, Yücel Çelikbilek yeniden aday gösterilmedi. Adamın kibrinden bıktık yahu! Başkanlığı boyunca bir kişiyle bile göz göze gelmedi. Konuşurken yüzüne bile bakmıyor insanın.." diye... Oysa bilmiyorlar ki, Yücel Bey'in bu ta kendisi... Karakteri... Yıllarca Allah'a sığınıp, başı önde dua okuyarak, şükür ederek Soğuksu'dan aşağıya elinde sefer tasıyla giden bir adamdan, yıllar sonra bu alışkanlığını terketmesi, nasıl beklenir ki? Çünkü açık ki, Yücel Çelikbilek'in başı önde hali, bir kibrin değil; tam aksine bir tevazu'un göstergesi...

"Kütüphanesi var Efendim, mahallenin gençleri hep evinde... Evet... Okumayı seviyor efendim. Hayır efendim hayır, Refahlılar falan değil, her partiden adam giriyor evine... SODEP'liler bile var efendim. Yaaaaa, yaa, aynen öyle efendim. Partimize çok yakışır Efendim, bize güç verir. Hayır Efendim, bağnaz falan değil, çok farklı birisi..."

Bağnaz birisi değil...

Yücel Çelikbilek'in en sevmediği sözlerden birisiydi bu: Bağnazlık... Üstelik ne kadar da anlamı yerinden oynamıştı. Eğer kişi seküler ise fanatikti. Bir kişinin fanatik olması ise çoğu zaman sempatikti. Futbol takımına ailesinden daha çok bağlı insanlar vardı mesela... Hepsi de fanatik insanlardı. Ama çoğu zaman fanatik olmak gurur kaynağıydı: "Ben söylemesi ayıp fanatik Fenerliyim" diyen, alkışını alır otururdu. Ama bağnazlık başkaydı: Seküler olmayan, mutahassıp yaşayan insanlar bağnazdı. Gericiydi; hep geri gidelim isterdi. Kimse eğitilmesin, kimse bilmesin isterdi. Fanatik "cici" ama bağnazlık "öcü"ydü. Oysa her ikisi de 'eşanlamlı' sözcükleri.

Yücel Çelikbilek de işte buna isyan etti. Eğer fanatiklik 'övünmek gibi olmasın ama' diye söyleniyorsa, eşanlamlısı bağnazlık neden bu kadar 'tukaka' edilmekteydi?

Beykoz'da bir yaz gecesiydi. Yıl 1993... Günlerden Cuma... 1 Temmuz'u henüz geride bırakan akrep 2'yi yelkovan ise 33'ü göstermekteydi. O gün boyu içindeki sıkıntı bitmeyen Yücel Bey, oturduğu seccadenin kenarını düzeltmekteydi. Neden buradaydı ve nasıl gelmişti; kendisi bile hatırlamıyordu. Bu gece bir türlü uykusu gelmemişti. O da kendisini kötü hissettiği her anda, çocukluğundan kalma alışkanlığını yinelemişti: Seccadeyi serip, azıcık dua etti. Olmadı, geçmedi. Her hafta bayram olarak kutladığı mübarek Cuma günü bir türlü kendisini iyi hissettirmeye yetmedi.

Cuma namazından çıktıktan sonra bile içindeki sıkıntı gitmedi. İçinden "Hayırdır inşallah" diyebildi. Sonra Beykoz kahvehanelerinden ve mahallelerinden gürültülü konuşmalar belirlemeye başladı: Herkes tam anlamıyla şoke olmuş, televizyondan gelen haberleri yorumluyordu: Sivas'ta Cuma namazı sonrası toplanan kalabalık, bir otelde diri diri yakılan insanları "Allahuekber!" nidalarıyla izlemişti. Yücel Bey'in içindeki sıkıntının nedeni artık tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmişti.

Allahuekber demişti diri diri yakanlar: Allahuekber... Yani? Allah, ekber'dir, büyüktür, yücedir; âzam'dır... Namaz kılarken her rekâtta, rükû'da secdede eğilip doğrulurken söylenirdi. Kıyam'da tekbir getirirken söylenirdi. Bir de... Dua öncesi... Tespih çekerken...

Yücel Bey, günde en az 400 kez sadece namaz kılarken söylediği bu kutsal sözcüğün, bir vahşetin ardından anılmasına çok içerledi. Oradaki insanlara 'bağnaz' diyorlardı işte... Ama o insanlar bağnaz değildi. Bu bir kere fanatizm değildi; bu bir cinayetti... Bu terörizmdi. Bu farklı bir şeydi.

Aziz Nesin mi? Hiç hazzetmezdi. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Hulki Cevizoğlu'nun Ceviz Kabuğu programında Aziz Nesin ile tartışırken, Yücel Bey ekranda dikkatle takip etmişti. Sonraki günlerde karşılaştığı her Beykozlu gence ve hatta CHP'liye SHP'liye o programı izleyip izlemediğini sormuş ve isterse kendisinin kayıtlarında olduğunu ve izletebileceğini önermişti. Tayyip Bey, bu programda tam da Yücel Bey'in söylemek istediklerini dile getirmişti. Ama bu diri diri insanı yakma konusu... Kesinlikle reddedilmeliydi.

Reddetti. Hatta kendi partisinden bazıları, toplantılarda çok daha ileriye giden sözler sarfettikleri halde Yücel Çelikbilek, Sivas olayını gerçekleştiren herkesi lanetledi. Ancak hiçbir suçu olmamasına rağmen, tek suçu kamera kayıtlarına girmek olan; Aziz Nesin'in o günlerdeki toplumsal algısı sebebiyle, kalabalığın gazına gelip belki 1-2 slogan atan herkesin aynı şekilde değerlendirilmesine de hep karşı geldi. Bu olay bir vahşetti ancak tekrarlanmaması için de herkesin, her kesimin kendisini gözden geçirmesi gerekti. Sivas'ta yananların ardından, bu acıyı çok iyi dile getirecek seküler bir topluluk varken; aynı acıyı yüreğinde ve beyninde yaşayan, hatta onlarca yıldır yaşayan mutahassıp grubun acıları hiçbir zaman bu kadar iyi dile getirilememişti. Tekonojinin de gelişmesiyle birlikte, yaşanan bilimsel ilerlemeler, seküler söylemin ve temsilcilerinin daima elini güçlendirmekteydi. Oysa mutahassıp kesim, bunları hiçbir zaman algısına iyi bir şekilde yediremedi. Ortaya ya güçlü bir söylem çıkmadı ya da çıkan söylemi kendi grubundan

hiçkimse içine sindiremedi. Reklâmcılık alanı zaten mutahassıp kesime göre çok ters bir işti. Yücel Çelikbilek ve onun gibi düşünen herkes, takdiri kuldan değil Allah'tan beklemekteydi. Üstelik, yapılan çok iyi ve hayırlı bir iş bile olsa bile öyle "Ben yaptım" demek, böbürlenmek de ne demekti? Yücel Çelikbilek, bu tavrının bedelini, yıllar sonra 2019 yılı Mart ayı Belediye seçimlerinde Başkan Adayı olarak gösterilmediğinde ödeyecekti. Aslında bedeli de kendisinden çok Beykoz halkı ödeyecekti. Çünkü Yücel Çelikbilek'siz bir Beykoz, tam anlamıyla sahipsiz demekti.

"Başkanım, lütfen bir konuşun onunla..."

Oturduğu koltuktan sıradaki Beykozluları gören kadıncağız, kendisine yönelik tepkileri farketmişti. Randevusuz geldiği Perşembe gününde, sabahın köründen beri beklemiş ama ilk sırada yer almayı da başarabilmişti. Şimdi ise önündeki kâğıdı karalayarak düşünen Yücel Başkana bir an önce derdini anlatması gerekti: "Başkanım, ne olur onunla bir kez konuşsanız"

İşte bu tam da Yücel Çelikbilek'in istediği gibi bir teklifti. Belediye Başkanı ile halkın karşı karşıya gelmesinin "ağa ve marabanın karşılıklı gelmesiyle" eşdeğer görüldüğü 1990'lı yıllar artık çok geride kalmıştı. Belediye Başkanını aileden birisi olarak görmek; hatta ona evin babası rütbesi vermek, Beykoz Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek'in nasibiydi. Zaten Beykozlu kadının cesareti de buradan gelmekteydi. Beykozlu kadınlar, sözlerini dinlemeyen oğullarına, Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek'in bir baba-bir abi şefkatiyle yaklaşacağından emindi.

"Nejdet!"

Sürekli gözleriyle etrafı süzen ve arada bir Yücel Başkan'ı inceleyen Başkanın Koruması Nejdet Bey, bir adımda koca salonu geçti ve Başkanın yakınına kadar sokulup, mırıldandı: "Başkanım?"

Yücel Çelikbilek, Beykozlu Hanımı işaret ederek, onun da duyabileceği bir tonda ve yumuşak bir üslûpla direktif verdi:

"Bu ablamızı al, içeriye götür; bir ihtiyacı varsa karşılayın. Ayrıca oğluyla ilgili de bir daha konuşun bakalım yapacak bir şey var mı araştırın"

Sonra biraz daha sesini yükselterek, Beykozlu Hanıma seslendi:

"Senin oğluna verilen imkânları bekleyen o kadar çok insanımız var ki... Hepsi sırada bekliyorlar. Benim burada etim belli, budum belli. Hangisini işe alayım, hangisine nerede yer vereyim? Kolay işler mi? Ama biz senin oğluna bir imkân vermişiz, çalış demişiz. Başka bir şey de istememişiz. Sen oğlunla bir konuş ablacım ama burası işyeri. Eğer yapılacak bir şey kalmamışsa bu bir hafta gelmemesi dolayısıyla, ben de bir şey yapamam. Çünkü oğlun işe gelmiyor ama ben burada hak yemek zorunda bırakılıyorum. Yerine bakan kişi fazla çalışmak zorunda kalıyor ama aynı parayı alıyor. Beykozluya hizmeti eksik bırakıyorum, hemşehrimin hakkını yiyorum. E, şimdi söyle bana ben ne yapim?"

Ayağa kalkan Beykozlu kadın, başını önüne eğerek dışarı çıkarken, son bir kez Yücel Başkana bakıp, çaresizce başını iki yana salladı: "Allah sizden razı olsun Başkanım"

Zaten Yücel Başkanın da tek dileği, tek muradı bunu duyabilmekti. Görevde kaldığı 2'si ard arda olmak üzere toplamda 3 Belediye Başkanlığı sırasında onbinlerce, yüzbinlerce Beykoz'dan hep bu sözü işitti: "Allah razı olsun".

Gerçekten de Allah sizden razı olsun'du Başkanım... Çünkü Beykoz'un seküler kesimi de muhafazakâr kesimi de... Her yıl 1 Mayıs'ta sabahın körü gelip ikramlarla, dualarla bayramlarını kutlamaya giden işçileriniz de kahve köşelerinden kurtarıp, en iyi malzemelerle donattığınız köylünüz de sizden razıydı... Sabah namazlarına yönelik camilerde ikramlı karşılamalarla onore ettiğiniz mutahassıp Beykozlular da sırf sizin desteğinizle hevese gelmiş Beykozlular da sizden razıydı. Binbir güçlükleri aşıp her ay üstelik de dişe dokunur bir harçlık verdiğiniz, burs bağladığınız Beykozlu çocuklar da sizden razıydı, ilçenin dört bir noktasında sabah işe giderken bedava çorba dağıttığınız babaları da sizden razı... Birbirlerini hiç tanımadığı halde sizin ülkeye armağan ettiğiniz o Ramazan Sofraları'na oturanlar da sizden razı ve hatta bu sofralarda tanıdığım, haber de yaptığım Komünist Beykozlular da sizlerden razıydı.

Beykoz'un yaşayan 250 bin ve hayatını 2019 öncesi kaybetmiş onbinlerce Beykozlu da sizden razı...

Biz sizden hep razıydık Başkanım...

Allah, sizden sonra bu fakir Beykozlunun yardımcısı olsun...
Editör: TE Bilisim